İnanç ile ilgili konuşmak, yazmak, çığırmak kabul etmeliyiz ki risk demektir. Çünkü hepimizin en alıngan olduğu kavramlardan biri inancın ta kendisidir. Çünkü inanç insanlığı bir araya getirmesine rağmen aslında oldukça kişisel, bireysel bir fiildir. Bu nedenle inançtan bahsederken “biz” diyemeyeceğim. Çünkü okuyanın inancını bilmiyorum. “Siz” diyemem. Çünkü yine okuyanın inancını bilmiyorum. “Sen” zaten diyemem. Çünkü “Sen” dediğimde seni dinleyebiliyor olmam gerekir. “O” diyemem. Çünkü hangi o? Kim ki o? “Onlar” belki derim, bilmiyorum. Ancak şu net: “Ben” diyebilirim. Çünkü müsaadenizle kendimi az biraz tanıyabiliyorum. Bu sebeple kullanacağım zamir genellikle birinci tekil şahıs olacaktır.

İnancın mücadele içinde olduğu unsurlar vardır. Bunlar en basit ifade ile; nefis disiplini, cehalet ve bağnazlıktır. Nefis ile olan mücadele birinci tekil zamir hakkındadır. Ben kendimi geliştirip yetiştirebilirsem nefisle mücadeleyi kazanabilirim. Kanaat getirmeyi öğrenebilirim. Varken durmayı bilebilirim. Olmayanı tüketmeme engel olabilirim.

Cehalet yine benimle ilgilidir. İpler yine birinci tekil şahıstadır. Olabilecekler kişiye bağlıdır. Bunun hakkında sevindirici olan cehaletin mağlup edilebilir olduğunu bilmemizdir. Cahiliye Devri yaşanmıştır. Ve ancak İslam’ın olmasıyla cehaletin en tavan yaptığı Cahiliye Dönemi bile sonlamıştır. Yani cehalet her ne kadar güçlü görünse de, cehalet her ne kadar hakim görünse de neticesi kaybetmektir. Cehalet basit ifade ile “Oku” emrine uymamaktır. Kutsal Kitaplar’a baktığımızda Yaradan’ın insanoğluna öğütlerinin bol, emrinin ise çok az olduğu görülür. Sanki Allah kulunu incitmemek istemiştir. Ve bu az sayıda ki emirlerden biri “okumak”tır. Kutsal Kitapları okumak ve Kutsal Metinleri okumadan evvel birkaç yüz tane kitap okuyarak hazırlanmak. Okumak aslında kolay sayılabilir. Sadece kolay olmanın yanında, ayrıca keyifli bile olabilir. Yani “Oku” denildiğinde bir nevi “Keyfet” denilmektedir. “Çok gezen mi bilir?” derler; “Çok okuyan mı?”. İşin aslı şudur: Okumak gezmektir. Halihazırda işbu metinde bile gözleriniz yaklaşık 2 metre gezmiştir. Metin bir yoldur, gözler ise gezici. Bu bağlamda okumak yalnızca harfler ve kelimelerden ibaret değildir. Bir insanın gözündeki ifadeyi okumak, ağacın dallarını-yapraklarını okuyup geçmişinin nasıl olduğunu anlamak, yıldızları okumak. Yani okumak sadece cümlelerle ilgili değildir. Okumak varlığın insana anlattığını anlamlandırabilmektir. Şu kadar basit bir anlatım: Taş konuşur mu? Tabii ki hayır. Peki taşı karşısına alıp bir hafta boyunca taşa aklına gelen her şeyi samimiyetle anlatmayı deneyen var mıdır? Açıkça söyleyeyim; bir taşı karşınıza alır da bir hafta boyunca o taşla dürüstlüğünüzü konuşarak paylaşırsanız bir hafta sonunda taş bile dile gelebilecektir. Belki o taşın anlattığını yalnızca siz duyabileceksinizdir. Ve ancak iletişim yolu açılacaktır. Tabii bu aşırı bir yaklaşım. İfade edilmeye çalışılan; okunabilen yalnızca kitap/gazete değildir. Hayatın ta kendisi okunabilirdir. Cehalet; okumamak ve yani bilmemektir. Cahil cehaletinin bile farkında olamaz. Cehalet bilgisizliktir.

Bağnazlık ise bu ikisinden biraz farklı. Yani nefis disiplini ya da cehalet ile mücadeleden farklı. Çünkü bağnazlık genellikle yalnızca kişinin kendisi hakkında değil, onların hakkındadır. Bağnazlık ürkütücüdür. Çünkü cehaleti savunur. Cehaletin savunuculuğuna bağnazlık/yobazlık denir. Bağnazların en tehlikeli yanı inancı kullanarak inancın kendisini gerici, tutucu ve kendilerine hizmet eder hale getirmek çabalarıdır.

Fatr Suresi, 5. Ayet: “Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın vâ’di haktır: öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın Adını kullanarak) aldatmasın.” Amin.

İşte bağnazların durumu budur: ağızlarında Allah kelimesi bol duyulur ve ancak hakikatte amaçları Allah kelamı ile kariyer edinmek, Allah diyerek etrafından güven ve saygı almak ve yani Allah’ın Dini’ni kendi menfaatleri için kullanıp sömürmektir.

“Ne yani? Allah demek mi kabahat?”

Tövbe estağfurullah… Tabii ki değil. Taarruz esnasındaysan “Allah Allah Allah Allah” nidası nara edilir tabii ki. Yani yeri ve zamanını bilmek gerekir.

Şöyle bir örnek vereyim: Benim çoğunlukla yaşadığım semtteki camilerden biri protokol camisidir. Yani devlet erkanından olan pek çok cenaze buradan kalkmaktadır. Bir gün caminin sokağı diğer pek çok zaman olduğu gibi giriş ve çıkışından emniyet birimlerince tutulmuştu. Sokağa girişte kimlik kontrol vardı. Yine bir cenaze idi. Ve devletin üst kademesindeki pek çok kişi buradaydı. Caminin yanına geldiğimde avluda elinde mikrofonla konuşan bir genel başkan gördüm ve duydum. Diyordu ki “Allah’ın izniyle bizim iktidarımızda bunlarla mücadeleyi şiar edindik…” Yahu adap yahu! Edep demiyorum! Ona zaten çok uzak. Ama en azından adap yahu.

İşte bu bağnazlıktır. Yer, zaman demeden, uygun-uygunsuz demeden demek. Cenaze namazı parti propagandası yapılacak yer midir?

Aynı mikrofonlardan duyulan sesler: “Neymiş? Bizi adalet durduracakmış! Yahu adalet biziz be! Bizi böyle korkutmaya çalışanları Allah affetmez! Allah bunların cezasını verecek!” Tövbe Yarab, şahıs Allah’ın ne yapacağını ne edeceğini söylüyor. Bu resmen şirk. Ve ancak dinleyenler de heyecan içinde tekbir getiriyor! Ne yapılabilir? Bu vahim tablo nasıl düzelebilir? Bağnazlık ürkütücü dedim. Çünkü çözümü yoktur. Bağnaz kişi kayıptır. Artık düzeltilemez. Bu sebeple nüfustan düşmeleri en makul beklenti olabilecektir.

Sevdam Türkiye’min son yirmi beş yılına baktığımda kitlelere yön veren kişilerin Türkiye siyasetini İslamlaştırma çabası içerisinde olduklarını gördüm. Rahmetli Erbakan ile başlayan bu süreç bugün de devam ediyor. Ancak büyük bir yanlış ortaya çıktı: Siyaset İslamlaştırılacak denilirken İslam’ın kendisi siyasallaştı! Bu yanlıştı. İslam üstündür. Siyaseti İslam’a karıştırmak ve yani İslam’ı siyasete indirgemek gafletti. Bu hatada ısrara üzülmemek mümkün mü?

“Açık konuş! Kimler yapıyor bunu?”

Şöyle söyleyeyim: Filistin bombalandıkça oyları artan siyasi partiler hangileri? İşte onlar. Çünkü ızdıraptan kâr çıkarıyorlar. Filistin Davası’na sahipleniyormuş gibi görünüp oy toplayıp, ardından Filistin’e yardım ulaştırmaya çalışanların öldürülmesine “Ben mi gidin dedim?” diyebilenler. İşte onlar.

Bağnazlığın en berbat tarafı inanç görüntüsü içerisinde inancın temelini oymasıdır.

Çok üzücü ki örneği fazlasıyla bol. Mesela Dünya’yı saran rap müziği furyasında küresel etkiye sahip olan 50 Cent diye bir grup türedi. 50 Sent demek oluyor. Yani 50 Kuruş gibi. Bu adamların bir özelliği vardı: Göğüslerinde kafam kadar Haç kolyeleri vardı.

“E ne gözeğ işte. Kendi inancını taşyo. O da onun inancı değ mi sonuçta?”

Ve bu kolyelerle -affola- ağza alınmaz küfürler içeren “şarkılarını” söylerlerdi. Yani inanç öyle takmayla takıştırmayla pek olmuyor.

İnanç nesnelliğe indirgenemez. Doğru. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran üstün insanlar Kıyafet Kanunu diye bir düzenleme ortaya çıkardılar. Dünya’nın örnek alması gereken bir kanun. Tarihinde Kanunî bulunan Türk Milleti’nin modern yasalar ve hukuk alanlarında Yerküre’ye numune olabilecek kanunlar üretmiş olması oldukça normal bir durum. Kıyafet Kanunu kendini en ileri demokrasiler olarak gören ülkelerde bile uygulanamamıştır. Kanun diyorum. Kararname ya da tercihname ya da

takdirname veya teşekkürname değil. Kanun. Yani yazılabilmesi için yüzlerce ve hatta binlerce yıllık birikim ve sebaat gereken yasa: kanun.

Peki ne var bizim Kıyafet Kanunumuz’da? Müsaadenizle özetleyeyim: Kamuya açık alanda her kıyafet her yerde giyilemez. Asker olmayan asker üniforması ile sokağa çıkamaz. Çünküsünü açıklamaya gerek var mı? Polis olmayan polis üniforması ile sağda solda gezemez. Çünkü sivil yaşam alanında gerektiğinde kuvvet kullanarak kanun savunuculuğu yapmak sadece polisin vazifesidir. İlahiyat mensubu olmayan ilahiyat mensubuymuşçasına kutsal giyim ile dolaşamaz. Çünkü her an dua halinde olduğunu gösteren duruşu sergileme haddi ile hakkı ancak ve sadece bunun eğitimini alan/almış olanlarda bulunabilir. Hakim olmayan hakim cübbesiyle endam edemez. Çünkü bu sahtecilik olur. Doktor olmayan doktor önlüğüyle boy gösteremez. Çünkü doktor değildir. Vesaire…

İşte Kıyafet Kanunu kısaca bunu söyler.

Kamuya açık alana bu kıyafetler ile yalnızca o yetiye haiz olanlar çıkabilir. Gerekli eğitimi tamamlamış veya almakta olanlar yani.

Öbür türlü; bugün Meclis’te kutsi giyim teşhir ediliyor. Yıl 2180 olduğunda Meclis’te beline kadar gelen sakallarının üzerinde kafam kadar Haç kolye ile milletvekili kürsüye gelirse hangi temel üzerinde “Bu uygun olmaz.” denilebilecek? Her inanca eşit mesafede olan kamusal alanlarda işte bu sebepten Kıyafet Kanunu’nun uygulanması daha da ehemmiyetlidir. Yahu bu ülkede Kütahya kadar gayr-i müslim var. Vekil çıkarmaları mı uzak ihtimal sanılıyor?

Şu konuya ise hiç girmiyorum: İç Güvenlik Hususu; devletin kimlik kartında kafa örtücü ile görünmek aynı kimlik kartında güneş gözlüğü takmaktan farksızdır. Güvenlik zafiyetidir. Bu konunun ise tartışılacak bir yanı yoktur.

Bir hatıra: YDS’ye giriyordum. Almanca için resmi yeterliliğim olduğunu belgelemek amacıyla. Sınav günü Üsküdar’daki okula gittim. Yani sınavın yapılacağı okula. Güvenlik, arama… Saatle giremeyeceğimi söylediler. İçim gide gide saatimi karşıdaki kırtasiyeye emanet ettim. Ancak tasalanmayı da ihmal etmedim: “Ya yanlışlıkla başkasına verirse? Aynısından da bulamam ki. Yani param olsa dahi bulamam.” İşte bu düşünceler içerisinde sınıfımı buldum. Sıramı sordum. “Bu” dendi, ottum. Sınavı beklemeye başladım. Daha 20 dakika vardı. Yani sınıftaki saate göre 20 dakika. Sınavdan önce ufak bir uyku iyi gelir diye sıraya kafamı yaslayıp gevşemeye başladım. Bu esnada salon görevlisi yanıma gelip şapkamı çıkarmamı söyledi. Konu sınav güvenliği idi. İtiraz etmedim. Makuldü istediği. Ve ancak tam elim kafama gittiğinde yanımdaki sıradaki kara çarşaf içindeki kişiyi görünce “Oha!” dedim içimden.

“Cinsel bir konu olduğu için, ve sen erkek olduğun için anlamaman normal.” diyen var ve ancak aynı kuşam 6 yaşında çocuğun üzerinde de var! Oha! Çüş kelimesinin heyecana gelmiş hali yani.

T.C. Kıyafet Kanunu Türk’ün evrensel devletçilik bilimine en önemli armağanlarından biridir. Örnek alınıyor. Bugün ABD Kongre Binası’nda (Trumptarlarca yağmalanan) Kanunî Sultan Süleyman’ın büstü vardır. Niye? Örnek alınıyor da ondan. Washington’daki Sheridan Circle konumunda yer alan Atatürk heykelinde Ata elinde kitap ile gösterilmiştir. Hayır, bunlar tesadüf değildir.

Vakit geçtiğinde gelmiştir.

“Helal telefon. Yeni çıkmış duymadınız mı? Normal telefonlarda illaki bir abdestsizlik oluyormuş. Ya bir tarafını bir abdestsiz elliyor. Ya da bir kablosunda falan domuz yağı var. Helal telefon bu tartışmayı

sonlandırıyor. Helal telefonlar yapıldıkları üretim bantlarında oldukları süre boyunca aynı yerde Kuran’ı Kerim okunmaktadır. Helal telefonların pil kapaklarının içine Besmele işlenmiştir. Kamera tabii ki yoktur. Zinhar.”

İmanı “yüksek” olan ülkemde kendi Hicri doğum gününü merak eden kaç kişi var acaba? Yahu 4 senedir imam-hatip okuluna gidiyor ve ancak daha kendi Hicri doğum gününü bile bilmiyor. Bilmiyoru bırak, merak dahi etmiyor. Aklına bile gelmiyor. Yahu belki bu sene Hicri doğum günün ile Miladi doğum günün aynı güne denk gelmişti. Hayır. Umurunda değil. İnançlı görünebilmek farklı şey, inancı taşımak farklı. Samimiyet: umursanmıyor.

Sokaklarda inançlı olduklarını üzerlerinden anladığımız kadınlarımız oldukça fazla. Peki camiye gelince niye bu “bol inançlı” kadınlarımız yoklar etrafta?

“Yahu kadın kısmısı camiye mi gidermiş?”

İşte bağnazlık tam da budur. Camilerimizde kadınlara ayrılmış özel bölümler (haremlik denmez) olmasına rağmen bağnazlar kadına neredeyse camiyi yasaklama noktasına gelmiştir. Yani gelinen noktanın vahametini anlayabilmek gerek. “İman dolu” kadınlarımız ise camiye gitmemeyi mesele haline getirmiyor bile.

Biraz yırtıcı olacak fakat buna ancak şöyle denir: “Sokakta zibil, camide sıfır.”

Üzgünüm; şimdiye kadar yalnızca bir kere kadınların camiye namaza geldiklerini gördüm. Caminin yanında bir üniversite vardı. Oradan gelen öğrencilerdi. Bunun dışında bunca yıldır, bunca ibadethanede kadının esamesine bile rastlamadım.

Cidden; bu normal mi? Bu makul mu?

Durum buysa camilerde kadınlara ayrılan bölümlere “Boş Alan” falan demek gerekir.

İnanılır gibi değil! Kadınların camiye gidememesini meşru hale getirmişiz. Olağanlaştırmışız! “Kadınlara farz değil” falan diyoruz.

Ancak bu konuda uyanış kadınlardan doğmalıdır. Benim hakkında fazla bir şey yapabileceğim bir durum değil. Kadınlar “Hiç kaşıma. Bizim işimize böylesi geliyor.” diyorsa ne yapılabilir ki? İşte bağnazlık böyle bir illettir.

Risk dedim. İnanç hakkında beyan hassas bir mevzudur. Okuduğunun kendi hissiyatıyla çeliştiğini gören kişi okuduğunu kendisine düşman zannedebilir. Bu aslında doğru değildir. Yine de bu yazı ile üzmüş olma ihtimalim olanlar var ise şöyle diyebilirim: Hayatta üzülmek, Ahiret’te üzülmekten kolaydır.

Böylece benim için çok zor olan işbu yazı, okuyanların bazıları için ufak bir kolaylık halini almış oluyor.

Ben Domaniç Gazetesi yazılarımı genellikle Pazartesi yazıyorum. Domaniç ile özdeş olan bir kelime başlamaktır. Türk Devleti’nin başlangıç bellediği noktadır Domaniç Yaylası. Bu sebeple hafta başında Başlangıç için yazarak motive olurum. Bu hafta ise Cuma yazıyorum. Bu sebeple şimdiye kadar söylemek nasip olmadı:

Bu Cuma ve her Cuma; hayırlı Cumalar’ınız olsun.