Havalar ısınıyor gurbetçiler yakında gelmeye başlar. Kapının önünden ne zaman Alman plakalı bir araç geçse kendi yaşadığım gurbet günleri aklıma gelir. Sıla yolunda çekilen çile aklıma gelir üzülürüm…!
İlk arabayla sıla yoluna çıktığımızda yıl 1974’dü.
Babam, bizim apartmanın altında birahanesi olan ve bizim oturduğumuz dairenin de sahibi Jakop Kronenberg’in yardım ve destekleri ile önce ehliyet aldı sonra kırmızı bir araba. Sonra onu değiştirip aklı başında gemi gibi bir Ford 17 EM aldı.
Philips televizyon fabrikası ve Uniroyal lastik fabrikası gibi iki dev fabrikanın haricinde çok sayıda irili ufaklı iş yeri olmasına rağmen bizim apartmanın bulunduğu Hütten Strasse’de akşama kadar yoldan birkaç araba geçer, her yarım saatte ise bir tramvay geçerdi. Biz çocuklar yolda üç tekerli bisiklete binerdik. Babam da arabayla bir ileri bir geri şoförlüğünü geliştirmeye çalışırdı.
Yıllar sonra nihayet Türkiye’ye arabayla gelecektik. Babamın Dombayçayırı’ ndan birahaneci Osman diye bir arkadaşı vardı. Osman abinin spor çok lüks bir arabası, kendine ait bahçeli evi vardı. Hatırladığım kadarıyla Osman abinin benden büyük kızları bir de benden küçük oğlu vardı. Daha önce arabayla Türkiye’ye gelip gitmiş. Yolları bilen biriydi. Biz onun rehberliğinde yanımızda Ilıcaksu’dan Muhtar Nuri diye biriyle onu takip edecektik.
“Avusturya gümrüğü, 750 kilometre, sabah erken çıkarsak gece Avusturya’ya gireriz” diyordu Osman Abi..
Gün doğmadan çıktık, akşam oldu, gece oldu, yağmur, şimşek fırtına derken yollarda kaybolduk. Gece yarısı arabayı bir yere çarptık. Bir benzinliğe çekip arabada yattık. Ben uyandığımda dev dağların arasından gidiyorduk. İkinci günü Avusturya’ya varmışız.
Dinlenme tesisinde, Osman abi, “Avusturya’dan sonra Yugoslavya var. Bin küsur kilometre. Daha da otoyol yok. Sadece Belgrad Niş arası az bir yerde duble yol var.”
Bulgardan birkaç saat içinde geçmemiz gerekiyormuş. Askeri polisi çok sertmiş. Neyse geldik Kapıkuleye. Vay anam gümrüğü geçen, dalgalanan bayrağa bakarak bağırıp ağlıyor, selam duruyor, askerlere bir şeyler veriyor. Kimi toprağı öpüyor. Kimi sıkışmış helalara koşturuyor…
Babam ön cama bir karton sigara koydu. Bu bir gelenekmiş, sonraki yıllarda aynısını bizim kuşakta devam ettirdik. Yolda gördüğümüz askerlere, tarlalardaki çobanlara sigara dağıta dağıta yola devam ettik.
Ne alaka hala kafama takılır. Bursa-İnegöl yerine biz Tunçbilek’e gelmişiz. Babam, hayırlısıyla şeytan derelerini bir geçsek dedi. Kıvrım kıvrım ormanlardan tozu dumana katarak geçtik. Ilıcaksu ‘da eski muhtarı evine bırakıp hava aydınlanmaya başladığında Köyümüz Muratlı’ya girdik. Babam yol boyunca korna çaldı. Köye geldiğimizde bizim evin önü yer gök insandı.
Türkçe konusunda zorlansam da kısa sürede alıştım köyüme. Bir ay sonra Ford 17 EM hazırlandı. Arabaya Annem, Babam, küçük kardeşim ve abim bindiler. Abimi İnegöl’de bir mobilyacıya bırakacaklarmış beni de ilk okulu okumam için amcamlara…
Vatan hasreti bitti ama 8 yaşında köyde yapayalnız kalıverdim. Sonra bu gel gitler sürekli devam etti hayatımda. İşte böyle, eskilerden bir demet paylaşmak istedim !