Yeşilçam’ın en iyi gişe yapan filmleri, benim de hayranı olduğum Ferdi Tayfur Orhan Gencebay filmleridir. 

Gülden Karaböcek’in 'Dilek Taşı' şarkısı  hala akıllardadır. İnşaat işçisi, saf köylü İbrahim Tatlısesler, Müslüm babaların acılı hayat hikayeleri, derken bu tür filmlerin zirvesini Acıların Çocuğu filmleri ile küçük Emrahlar küçük İbolar, küçük Ceylanlar yapmıştır. 

Filmler kendi arasında korku, dram, macera, bilim kurgu ve komedi gibi kategorilerde çekilir. 
En kolay film korku filmleridir. Sonra dram, bilim kurgu, macera, en zoru ise komedidir. 

Nitekim insanı korkutmak, ağlatmak, aldatmak çok kolaydır ama güldürmek zordur.
Biz de bu zorluğu çok değerli üstatların kaleme aldığı siyasal taşlama sanatçılarının senaryolaştırdığı Kemal Sunal'lı filmler üstlenmiş son derecede başarılı olmuşlardır.

Sinama çıkışlarında insanların davranışlarına bakarak hangi filmi izlediklerini anlarsınız. Erkekler abuk sabuk hareketlerle birbirine ezmeye çalışıyorsa Cüneyt Arkın filminden geliyordur. Gülüyorlarsa Kemal Sunal filmlerinden, gözler kızarmış sessizce sınamadan dağılıyorlarsa kesin dramdır. 

Film bitse de herkes bir Ferdi Tayfurdur ,Müslümdür.     Aynı acıları filmi seyreden de yaşamıştır zaten...

1980'li yıllarda videolar çıkmaya başladı. Bazı Almancılar taksitlerle aldıkları videolarla eşi dostu eve toplar, kiraladığı kaseti sinema yerine evinde izlerler, izletirlerdi.  

Ferdi Tayfur’un 'Batan Güneş' filmini kiralamıştık. Evde başka bir ilden gelen misafirlerimiz vardı. Türkiye’de komşu, köylü, Ana tarafından uzaktan akrabam olur. Dayı dediğim bir gurbetçi filmden sonra göz yaşlarına boğulmuş, aşırı derecede filmden etkilenmiş bir şekilde Babama, “Enişte bu film benim hayatımı anlatıyor. Bende bir ford kamyon alacağım artık köyüme döneceğim” dedi. Oysa madenciydi, yüksek maaşı vardı. Sürekli evlenip boşanıyor ağrımaz başına bela arıyordu. Türkiye’ye kesin dönüş yaptı. Para içinde yaşasa da acıların çocuğu olmayı oynadı ve sonunda kendi canına kıyarak aramızdan ayrıldı. 

Şimdi buradan yola çıkarak günümüze gelelim. Dünyanın en verimli topraklarında, en stratejik bölgesinde Avrupa ile Asya kıtaları arasında köprü gibi bir ülkede yaşıyoruz. Akıllı olsak dünyayı yönetecek potansiyele sahibiz. Oradan al, buraya sat, kendin üret ,iki tarafa da kendin sat. Her bir bireyimiz krallar gibi yaşar. 

Ama olmaz ki biz dramı seviyoruz, acıyı seviyoruz, biz acıların çocuğu olmalıyız. Salya sümük ağlamalı, cehennem azabından kurtulmak için dünyada cehennemi yaşamalıyız. Hem zaten fakir isen cennete de 500 yıl önce gidiyormuşsun ya. Her ne kadar Kuran sık sık ‘Müslüman zekât verir’, ‘zekatını ver’ gibi ayetlerle Müslümanın zengin olması gerektiğini vurgulasa da imam efendiler... 
 Allah’ın fakirlerini sevdiğini söylemiyorlar mı!  Üstelik fakir olmak çok kolay yapman gereken tek şey hiçbir şey yapmayıp birde acıların çocuğunu oynayıp acınmak, acındırmak. Zekat vermek için ise çalışmak, üretmek, hakkını aramak, savaşmak gerekiyor . Amaaan kim uğraşacak değil mi ?

Narsist iktidarımız bunu çözmüş; tamamen halkın üstüne çullanmış vergiler zamlar inim inim inliyoruz. Haklarımızı savunmasını bizi uyarmasını beklediğimiz muhalefetimiz, oooh! çekip 'hakettiniz' edaları ile kıyıdan kenardan pis pis gülüyor. Yandaş çekilen acılardan dolayı acı çekse de. Bu acıların karışlığında cennete gideceğine inanıp o da mutlu ve gülüyor.
Başkalarının çektiği filmde acıların çocuğunu oynayan halkımız ise yavaş yavaş gülerek, eğlenerek varlık içinde yokluk yaşayarak intihara gidiyor ve herkes bu işten müthiş zevk alıyor. 
Yahu biz mazoşist miyiz acaba, şu dünyalılar bize bir el atsa. İnsan acı çekmekten, ezilmekten bu kadar mutlu olur mu yahu? (!)