İslam'ın bugünü ve yarını tarihinin içinde barınmaktadır. Fiziksel anlamda bu şöyle özetlenebilir: akşamüzeri sokakta yürürken bir ışık direğinin yanından geçtikten kısa süre sonra bir ağacın yanından geçince ağaç arkamızda kalmasına rağmen gölgesini önümüzde görürüz. Işık direği arkamızdadır. Aradaki ağaç da arkamızdadır. Ve biz arkamıza bakmadan ağacın gölgesini önümüzde görürüz. Ağaca bir karga konsa bunu önümüzdeki gölgeden anlarız. Gelecek ve ilerisi, geçmiş ve geride kalanın aksıdır. 

İnancımızın geleneğini evrensel boyuta taşımış alîmlerin varlığı bizleri kültürel anlamda yüksek bir uygarlığın parçası haline getirmektedir. Örneğin Hocaların Hocası, Ulu Bilge İbn Sînâ… Bu düşünürün binlerce yıl evvel bugünlere ve yarınlara yapmış olduğu anlatılar aslında bizlere bir lütuftur. İbn Sînâ gibi bir zirvenin sizi, beni karşısına alıp tane tane hisleri ve bildiklerini paylaşması tevazunun en müstesna örneği değil de nedir? İşte ünlü eseri Kitâbu'ş-Şifâ'da büyük Alîm aynen bunu yapmaktadır. Bizi karşısına alıp, bizi kendisiyle aynı mertebede kabul görüp bize anlatmıştır.

Bu girizgahın ardından Kitâbu'ş-Şifâ'dan örnekleme yapmak yerinde olur kanaatindeyim. Tabii ki her satırı ve hatta her mısrası bilgi, erdem, tecrübe barındıran bu eserden alıntı yapmak çok zordur. Yine de ben kendimi zorladığımda şu açıklamaların zihnimin ön raflarında yer aldığını söyleyebilirim: İbn Sînâ'nın Kitâbu'ş-Şifâ eserinin Sema ve Âlem nüshasında ateş ile hava hakkında şu anlatılar yer almaktadır: Ateş nesnelerin en hafifidir. Bu sebeple havanın içinde dahi yükselme eğilimi gösterir. Hafiflik nazarında ateşten sonra hava yer alır. Ateşin boşalttığı yeri hemen hava doldurur. Bu bağlamda havada ateşin bir türevi olmaktadır. Hafiflik değer alındığında ateşten sonra en hafif şey havadır. !! Yani yanıyoruz. Yavaş yavaş, kıvamında… yanmaktayız yani. Yalnızca inancî değil, fiziken yanıyoruz.

Özbek Türkü Büyük Alîm İbn Sînâ'dan devam etmemek neredeyse elde değil: Yine Kitâbu'ş-Şifâ eserinin Topikler nüshasında birinci fasılda şu yaklaşım dikkat çekicidir: İnsan için en önemli şey kendisini geliştirecek ve türünü muhafaza edecek şeylerle uğraşmasıdır. Tarikatlar ve dergahlar bunu “Türün muhafazası cinsel anlamdadır. Vaktimizi sürekli karşı cins ile münasebete ayırmalıyız. Kalan vakitte ise dua, ibadet.” şeklinde yorumlayabilmektedir. Türü kendinden ibaret sanmak böyle bir şey olsa gerektir. Tabii ki aslında bahsedilen insanlığın beşeri evi olan Arz'a iyi bakması, neslini ileride müreffeh kılacak ilmi gelişimleri sağlamasıdır. Bunun için insan boş vakitlerinde kendini geliştirmelidir. İbn Sînâ'nın kendine muallim bellediği Aristo'nun takip ettiği Sokrat ve onun halefi Eflatûn'un izinden giden düşünür İsokrates'in dediği gibi; “İş vakti çalışınız, dinlenme vakti etüd ediniz.”
Sağduyuya sahip herkesin bildiği bir gerçektir bu zaten. İbn Sinâ'dan hep olağan üstü anlatılar beklediğimiz için bu noktada “Bunu biliyordum.” diyebiliyoruz. Ve ancak Muazzam Alîm aynı sayfada anlatısına devam ediyor ve şunları söylüyor: Düşünce bilgi nazarında şekillenir. Düşünülen bilgidir. Gelecek hakkında yapılan tasarı ve hayal bilgi mukabilindedir. 
Bu bağlamda düşünebildiğin kadar biliyorsun gibi bir durum ortaya çıkıyor.

İçinde bulunduğumuz dönemde maalesef inanç faşizanlığı olarak tarif edilebilecek bir vaziyeti tecrübe edinmekteyiz. İslam olmayanı düşük, bozuk, hakir görmek… Batı'nın sevmediğimiz huyu kendisinden gayrısını aşağı görmesi değil midir? Bağnaz/yobazların kendi inançlarına riayet etmeyenleri “cahil” olarak nitelendirmeleri tam anlamıyla inanç faşizmidir. 
Kendi inancımıza güvenimizin tam oluşu bizi diğer inançlar ile ilgili endişe, tasa ya da tedirginlikten uzak tutar.

İçinde bulunduğumuz vakit ile ilgili güncel konulardan bazılarına bakarsak; hep konu olur: anız yakmak. Bu konu ile ilgili Hz. Peygamberimiz “Ateşle cezalandırmak yalnızca ateşin Rabbi'ne aittir.” şeklinde hadis buyurmuş. Bunu fıkıh alîmleri şöyle yorumluyor: Kişi bahçesinde anız ateşi yaktığında o bahçede görünen görünmeyen on binlerce böceği öldürmektedir. Doğaya faydası dokunabilen bütün bu mahlukatın yakılarak öldürülmesi onlara bir cezadır. Ve bu yanlıştır. 

Ramazan geldiğinde “Şu orucu bozar mı?”, “Bu orucu sakatlar mı?” gibi sorular sorulmazsa olmaz. Gelenektir çünkü. Bu bağlamda oruç ile ilgili şu soru gündeme geliyor: 'Vakit namazlarını kılmamak orucu bozar mı?'