Konfüçyüs, “Sevdiğin işi yaparsan, çalışmana ihtiyacın kalmaz” mealinde bir söz söylemiş. Fabrika işçiliği de dahil çok değişik işlerde çalıştım. Çok paralar kazandım ama çocukluğumdan beri iki işi çok istiyordum. Biri gazetecilik diğeri ses sanatçılığı. Bir pavyonda kaçak türkü söyleyip 50 mark kazandığımda 14-15 yaşlarımdaydım. Hürriyet’ten aldığım ilk 30 mark hesabıma aktarıldığında ise 24-25 yaşlarımdaydım. 18 yaşımda ilk fabrika maaşım 1.750 mark iken bu maaş birkaç yıl sonra 3 bin 400 euro ya kadar yükselirken aile baskısıyla kadroya geçemediğim ve ek iş olarak yapmak zorunda kaldığım Hürriyet Gazetesinden aldığım maaş fabrika maaşının yarısı bile değildi. 
Üstelik muhabirlik daha çok zamanımı alıyor, daha çok çalışmam gerekiyordu. Zamanı saati belli değil, kah heyecanlı, kah eğlenceli kah kelle koltukta haber peşinde koşturmak vardı sonuçta. 

Gazeteci isen arkanda da sağlam bir gazete varsa. Patronun ve müdürün sana sahip çıkıyorsa, paranın açamadığı kapıları açarsın, kimselerin ulaşamadığı bilgilere ulaşırsın, en kudretli makamlara elini kolunu sallayarak girer hesap sorarsın. Tabi haddini bilmek, kanunlara uymak, devletine saygı duymak şartıyla. Ukalalık, şımarıklık, terbiyesizlik asla kaldırmaz dürüst gazetecilik. Kendine ayrıcalık isteyemezsin, iki lokma pirzola için ağzın sulanmayacak. Paraya, güce, makama asla itaat etmeyeceksin ama tekrarlıyorum haddini bileceksin.
Ben kendi adıma bu ilkelere hep uyduğumu düşünüyorum. Ne rüşvete ne tehditlere ne güce asla taviz vermedim.  Elimdeki güçle şımarmadım. 

Elinde basın kartın varsa, hakkı yenen halkın hakkını savunmak senin görevindir. Kartal gibi gözlerinle, aslan gibi pençelerinle halkın hakkını gasp edene gözü kapalı saldırırsın. Hak alınana kadar da yolundan asla dönmezsin. 
Cuma namazına giden öğrenciye sıfır veren okul müdürleri ile Türklere ev vermeyen kurumlarla, çocuklara uyuşturucu satan eli silahlı sözde mafya babaları ile uğramışlıklarım var benim. Elbette rüşvet teklifleri de, ölüm tehditleri de almışlığımız oldu. Hatta evimizi 3 defa yakmaya kalktılar. Türk mahkumların haklarını ararken ağır cezaevi müdürünün Türkiye’ye sürdürme tehdidinde bulunmuşluğu bile oldu. 

Demişler ya, “Gazeteci, başkalarının hakkını aramada kaplan, kendi hakkını aramada tavşan gibidir” diye. Doğrudur. Hakkını aradıkların bile seni ortalıkta bırakır da yapayalnız kalakalırsın çoğunlukla…
Gazete patronu değişince ödenmeyen maaşının ardını arayamazsın mesela. Kimse sana ne yiyip ne içiyorsun diye sormaz bile.  Ama asıl bu sözün doğruluğunu kendi ülkemde daha çok yaşıyorum.  Türkiye’de gazetecilik hele hele yerel gazetecilik gerçekten çok zormuş. Her şeyin siyasete bulaştığı ülkemde, bir de küçücük bir yerel gazetenin patronluğuna soyunmuş ve ilkeli gazetecilik yapmaya çalışıyorsan vay haline. 
İlçeye yapılan çok güzel bir hizmeti haber yaparsın. Muhalifler saldırır. “Zaten bizim gazeteci yalaka yandaş” derler. Aksayan bir hizmeti eleştirirsin, “Vay hain. Zaten muhalif bu gazeteci. Burayı karıştırmaya gelmiş” derler.  Kimseye yaranmak zorunda değilsin elbet ama işin içinde gazeteyi ayakta tutmak gibi bir derdin varsa, yol yapan belediye başkanı, ezan okuyan imam, köylünün derdini dinleyen kaymakam haber olur gazetende. 
Hakkını aradığın halk, kendi hakkından çok hayranı olduğu liderinin hakkını düşündüğünden senin haberlerini, yazılarını ilçeye verdiği katkıya göre değil partiye verdiğin fayda veya zarara göre yargılar seni. 
Gelişmiş ülkeler de gazeteciler saygın insanlardır. Bizde de eskiden olduğu gibi. Gazeteci karın tokluğuna 7/24 çalışır. Fedakardır, cesurdur, hizmetkardır, yardım severdir, kucaklayandır, halkın gözü kulağı sesidir. Adı büyük işi kutsaldır. Yakından bakıldığında ise züğürttür, açtır, haksızlığa uğramış ama sesini çıkaramamıştır. Gazeteci aslında gazeteci ciktir.