Üreten, öğreten, yöneten ve yönlendiren; koruyan, eken, biçen ve inanan bir memleket. Adında vardır bereket: Kütahya. Hakkında anlatılabileceklerin bitmezliğine tamamen ikna olmamla beraber vilayetimiz hakkında akla hemen gelenleri kısaca hatırlamaktan bir zarar gelmez.

Gelin öncelikle Kütahya ismine kelimenin içindeki manadan bir anlam çıkararak bakmaya çalışalım: bunun için yaygın yöntem olan kelimeyi hecelerle anlamlandırmayı denediğimizde karşımıza küt, ah, ya çıkıyor. 6. Baskı TDK Sözlüğü’ne baktığımızda küt: sivri yükseklik, ah(ı): bolluk, bereket olarak geçiyor. ya ise bir özel isme coğrafi nitelik kazandırılmak istendiğinde kullanılan ektir. Yani bu durumda Kütahya tam olarak; -zenginlik barındıran yüksek tepeli diyar- anlamına geliyor olabilir. Gerçekten de Kütahya Kalesi’nin kurulu olduğu tepe ince uzun bir kule gibidir. Peki ya bolluk, bereket? Daha iyisini görmüşlüğümüz kesindir. Yani memleketimize ismini veren hallerde olmadığımız bir gerçek. Ancak bolluk ise mevzu, anlatabileceklerim var.

Bundan birkaç sene evvel Seliköy (Güzelyurt) Köyü’nde rahmetli babaannem ile kalırken köyden Tavşanlı’ya, Tavşanlı’dan köye yürümeyi huy edinmiştim. Bir gün, bir sebepten ötürü Kütahya’ya gitmem gerekti. Dedim “Dağlardan tepelerden yürüyeyim. Güneydoğuya gidersem koskoca Kütahya’yı ıskalayacak değilim ya.” ve sabah 10:00’da başladım yürümeye. Yanımda ne su, ne yiyecek… Sadece bir çakı, bir çakmak ve sigara ile biraz para (Dağlarda ayı ile bir alış-veriş olursa diye). Aslında bu oldukça sağlıksız ve tehlikeli bir durum. Ve ancak yaptığımın risklerine odaklanmaktan ziyade kendimi etraftan haz almaya bırakmıştım. Bir müddet yürüdüm. Tarlaların arasından geçtim. Tren yolunu geçtim. Tırmandım. İndim. Tırmandım. Yürümeye devam ettim. Susadım. Bir anda karşıma dört kol genişliğinde bir karış derinliğinde bir pınar çıktı. Su. Billur. Berrak. Şırıl şırıl akıyor. Bir görsen, sesi bile var. Ayaklarımı sıyırdım, girdim; buz. Dibindeki taşlar yassı yassı, tam karnaval. Suyun geldiği yöne dönüp bir güzel içtim kana kana. Yahu ben buradan ayrılmak istemiyorum! Ve ancak menzil var. Yolcu yolunda gerek.

Ardından aldığım enerjiyle 3 saat civarı yürüdüm. Mevsim yaz idi. Pişmiştim. Yanıyordum. Geniş yapraklı bitkileri çiğnemeye başlamıştım. Ne kadar suyu varsa artık. Ve bir anda ne gördüm dersiniz? Üç tane inek! Bildiğin inek yav! Dağın ortasında! Baktım, dolular. Dedim ben bunu ağzıma sağarım. O anda çok basit göründü bana. İneğin altına sırt üstü yatıp memesini ağzıma sağmak. “Gel kızım. Gel bakim…” diye ellerimi ineğe götürürken bir insan sesi bağırdı: “Heey! Huuoop!” ? Aaa? Üç tane adam. Üst orta yaşlarda üç tane adam. Yahu dağın başında ne yapıyor bu insanlar? Bir anda kalabalıklaştı ortam. Onlar da benden işkillendi. Sordular “Eşkıya mısın? Kaçak mısın?”… İki buçuk litrelik yeşil plastikli gazoz şişesindeki bir parmak kalınlığındaki sularını paylaştılar benimle. Birkaç yudumda içtim. Dedim “Sizle muhabbet eyvallah… da benim yol Kütahya. Ne yön şimdi?” dedim. Tariflediler. “Demir yoluna in.” dediler. Uzun ve ancak güvenli güzergaha yönelttiler beni. Aklî pusulam farklı yönün daha kısa olduğunu söylese de dediklerini yaptım. Bu beni demir yoluna taşıdı. Ray boyunca yürümeye devam ettim. Ve bir yük treni geldi. Yanımda geçti gitti. “Bineydin ya!” Yahu öyle Amerikan filmlerindeki gibi zırt diye atlanamıyor ki giden trenin üzerine! Her geçen vagonda “Şimdi hamlemi yapacağım!” derken tren vagon vagon geçti gitti. Makiniste kızdım. “Görmüşsün beni kenarda! Bi hız keser insan be!” Ama galiba zaten yavaşladı… da, yetmedi işte. Binemedim. Yürümeye devam ettim. Kendimi resmen Fransız Film Festivali kazanan filmlerdeki gibi bir tren istasyonunda buldum. İstasyonun adı Güzelyurt idi. Bu beni altüst etti. Bizim köyden çıkalı saatler oldu. Anca Güzelyurt İstasyonu’na mı gelebilmiştim. Anladım ki Güzelyurt Tren İstasyonu ile Güzelyurt Köyü arasında hatırı sayılır bir mesafe var. Burada soluklandım. İstasyondaki tek görevli memur bana cam bardakta soğuk

su ikram etti. İçtim. Ve yola devam ettim. Yine kırlara, tepelere çıktım. Bir dere kenarında böğürtlen ile doyurdum karnımı. Yani tıka basa böğürtlen yedim. Böğürtlenlerde dut gibiydi. Kimselerin gelip geçmediği kırsalda dere kenarındaki bu böğürtlen ziyafetini unutmam imkansızdır. Eline sağlık Toprak Ana. Bir müddet sonra kendimi Kütahya-Tavşanlı karayolunda buldum. Kütahya’ya 12 km var idi. El etmedim, ancak bir araç durdu. Israr ettiler. Araca bindim. Arabadaki ambians bir acayipti. Hindistan’da olduğu gibi arabanın arka koltuğu ceylan işlemeli kilimle kaplanmış, içeride mor bir ışık, lunapark gibi ortam. Dedim içimden “Len? Sakata geğmeyem?” Neyse ki Kütahya Merkez’e geldiğimizde arabadan sıkıntı olmadan çıktım. Kütahya’ya böylece sabah 04:00 civarı vardım. Köye dönüşü bilahare anlatırım.

Bu hikayede en mutlu olduğum detay vahşi ve yırtıcı bir mahlukata denk gelmemiş olmamdır. Mutlaka anlamışsınızdır ki bu yürüyüşün anlatılmamış daha pek çok kısmı vardır.

Kütahya, Kutsal Öğretiler’in insanlığa peygamberler aracılığı ile iletilmeye başlanmasından binlerce yıl evvel var olmuş bir yaşam sahasıdır. İnsanlık Uygarlığı’nın en köklü ve en antik kültürlerine ev sahipliği yapan yer Kütahya’dır. Dünya Tarihi’nin en eski Borsa yapısının yer aldığı Çavdarhisar yöresindeki kalıntılar akla Wall Street ve New York’u getiriyor. Evet, bu inanılası biraz zor bir durum. Nasıl ki New York bugün finans dünyasının merkezidir, Antik Dünya’nın finans merkezi de evvelde Kütahya’dır.

Peki bunun nedeni nedir?

Kütahya’nın kalesi doğal bir kulenin tepesine konuşlanmıştır. Bu tepe ki sanki bir televizyon kulesi gibidir. Bu kale Kütahya’nın ovasına tamamen hakimdir. Oldukça geniş bir coğrafyada korunaklı barınma imkanı sunan bir ortamdır.

Kütahya’nın önemi tarih süreci içerisinde değişirken Türk Osmanlı Devleti’nin doğum yeri olmakla beraber 1451-1826 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu Anadolu Beylerbeyliği şanını tutmuştur. Yani yaklaşık 400 yıl boyunca Anadolu’nun başkenti Kütahya olmuştur.

Ve ne mutludur ki Kütahya’nın kendi şahsına münhasır bir zanaatı vardır: Porselen. İsmi marka olan bir şehirdir Kütahya. Bu konu ile ilgili şöyle bir anı paylaşmak isterim: Washington’daki Türk Büyükelçiliği’nin yanında (Washington’daki Büyükelçiliğimiz’in kapısında Türkiye Elçiliği değil Türk Büyükelçiliği yazmaktadır.) kentte bildiğim tek cami vardır. Bu caminin hemen Türk Sefareti’nin yanında yer alması hoş bir “tesadüf”. Cami oldukça mütevazi ve ancak zarif bir karakteri var. Uluslarüstü bir cami sanki. İslam’ın her zerresinden bir pay almış bir cami. Bu camide duvar dibinde otururken yanımdaki seramiğin köşesinde ki yazı dikkatimi çekti. Minnacık bir imza: Kütahya. Ağlamamak için zor tuttum kendimi. Bana bu gururu yaşatan memleketime ve insanlarına bir kere daha minnet duydum.

Kömür, leblebi, kaplıcalar, haşhaş lokumu ve tabii guguk kuşu.

Dumlupınar.

Namı Marco Polo ile kıyaslanan ve insanlık ile Türk Tarihi’nin öncü seyyahı Evliya Çelebi’nin evi. Bilinen bütün Dünya’yı dolaştıktan sonra dönüp geldiği ocağı.

Her Kütahyalı’nın yabancı olmadığını bilmesinde fayda olan isimler tabii ki nicedir. Yine de Hisarlı Ahmet ve oğlu Mustafa Hisarlı’nın, Hamza Üstünkaya’nın, Aktimur Bey ve Prof. Dr. Fahri Domaniç’in, Gülten Dayıoğlu’nun, Ahmet Uluçay’ın, Yrd. Doç. Dr. Rahmi Oruç Güvenç’in, Mehmet Gürsoy’un, Nurhan Damcıoğlu’nun, Asım Gündüz’ün, Halil Akkaş’ın isimlerini zikretmek iyi olabilir.

Efendim, okumuş olduğunuz işbu metin Domaniç Gazetesi’ndeki 43. yazımdır. Teşekkür ederim.

Kütahya’ya ve Kütahyalı’ya hizmet eden tüm Kütahyalılar’a şükranlar.