Yeşil sahadan ve onun etrafından bahsedeceksek konunun temeline inmeliyiz; Niye Süper Lig? Yani Süpermen gibi... ne alaka yani? Bu bildiğin 9 yaş ve altına uygun çizgi film niteliğinde bir isim. Süper ise niye “ultra” değil? Niye “mega” değil? Böyle yalap şalap isim olur mu yahu? Hiç sağa sola bakmayın; şu an ki azınlık hükümetinin marifetlerinden biri bu.

Hükümete azınlık hükümeti diyorum çünkü son seçimleri kazanan parti hükümet değildir. Ancak bu konuyu her mecrada olduğu gibi futbolun da dışına itmekte fayda vardır.

Açılış konumuza geri dönelim öyleyse: Niye “Süper”? Bu kelimenin futbol sporunda patentini alabilmek büyük bir kazanç olacaktır algısı var idi. Bu yüzden “Süper kelimesi boştaysa hemen bizim lige tescilleyin. Marka ismi olarak iyi para eder.” yaklaşımıyla ligimizin adı bize yabancı bir isim oldu. Durum şu anda şöyle: “Süper” ismini kullanan iki tane farklı lig var. Bunlar Yunan Süper Ligi ve İsviçre Süper Ligi. Peki bu bizim durumumuzu etkiler mi? Şöyle söyleyeyim: İsviçre Ligi 2003 yılından beri Süper olarak anılıyor. Yunan Ligi 2006’dan beri Süper olarak anılıyor. Bizim ligimiz ise 2002 yılından beri Süper olarak anılıyor. Yani gerçekten de patent hakkı iddiası açısından avantaj bizde. Ve ancak Süper kelimesinden bize ne? Ligin ismini başka bir ülkeye mi satacağız? Kalksın acayip zengin olan Lüksemburg bize “Ya sizin ligin adı olan Süper kelimesinin kullanım hakkını bize devreder misiniz? Açıktan bi 10 milyar $ çalışır.” desin diye mi bekleyeceğiz? İyi de kimse sormazsa ne edeceğiz? Ki nitekim 20 yıldan fazladır kimseler sormadı. Boş bir ümit için Milli Lig’imizin isminin şaka gibi bir şey olmasına katlanmak zorunda mıyız? Lig kelimesi yabancı, süper kelimesi yabancı… yahu ulusal ligimizde Türkçe yok be!

Gerçekten çok Süper Lig… Avrupa’da kaldırmadığımız kupa kalmadı. Yani o kadar süper ki bu kadar olur.

Türk Futbolu’nda şöyle bir evre yaşandı: En önde gelen futbolcular lâkaplarıyla anılır olmuştu. Takoz, Şeytan, Kibar, Hayalet, Kral, Kara Boğa, Q7, Sarı Fırtına…

O dönemde her gazetenin futbol kulüpleri için ayrı ayrı muhabirleri vardı. Gazetelerin spor sayfalarında antrenmanlarda neler yaşandığını okurduk. İşte “Şu futbolcular çatıştı. Kavgaya düştüler ve takım arkadaşları duruma çirkinleşmeden engel oldular. Takım özellikle sağ kanat hücumlarına çalıştı. Bu arada Hakan’ın antrenman bittikten sonra iki saat daha tesislerde kalıp ceza sahası dışından şut çalıştığı görüldü.” gibi haberler.

Tribünlerde omuz omuza tezahürat ederdik. Statlarımız büyüdü. Daha fazla olduk ve ancak yanımıza biraz uzaklaştık gibi sanki. Bunu Korona Virüsü’ne mal edelim bari. Çünkü diğer seçenek şu: Akdeniz Milleti olmanın getirdiği sıcak kanlılık kültürümüzü yitiriyoruz ve “Elin adamıyla niye omuz omuza tutuşalım ki” diyoruz.

Futbolumuz deyince başta Millilerimiz’i düşünmeden edemeyiz tabii. Efendim şu anda tarih boyunca görülmemiş bir A Milli Takım profiline sahibiz. Şaka bir yana; Dünya’nın en iyi futbolcuları bizimkiler. İnanılması zor ve fakat gerçekten gerçek bu. Türk A Milli Futbol Takımı’nda temsil olan kulüplere bir bakar mısınız? Real Madrid, Manchester United, Inter Milan, Juventus, Dortmund, Roma, Ajax, Benfica, Panathinaikos, Trabzonspor, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş… Ve halen dahası bile var. Lille var. Brighton var.

Yani Milli Takımımız gerçek bir armada hüviyeti kazanmış vaziyette. Bu durum 30 yıl önce bize çok uzak görünüyordu. Yurt dışına bir futbolcu ihraç edebilmek bizim için bir gurur meselesiydi. Çünkü bu sadece futbol seviyemizi yükseltmek ile ilgili değildi. Batı’da yaygın olan “Türk!” olumsuz ön yargısını kırmayı başarmak olarak görülüyordu bu bizim perspektifimiz ile.

Şu anda bizde şöyle bir algı var: Zannediyoruz ki kadromuz daima Dünya’nın en büyük kulüplerinden gelen atletlerce oluşturulacak. Böyle olmasını ümit etmek farklı, böyle olacağına inanmak farklı. Bu pek mümkün bir durum değil. Futbolun devi ülkeleri statüsünde ki memleketlerde bile ulusal takımlar böylesine güçlü kulüplerin hepsini bir araya getirememektedir.

Millilerimiz’den bahsederken tabii aklımıza hemen Arda geliyor. Dünya’da futbolu farklı bir mertebeye ulaştırabilecek kapasitede bir sporcu. Biz şu anda Arda ile ilgili şunu tartışmalıyız: Arda acaba Amokachi gibi, Cantona gibi, Ronaldo (Brezilya) gibi kalıplı bir vücut biçimi mi alsın? Ya da Messi gibi, Hagi gibi, Ribbery gibi kıvrak ve esnek bir vücut mu kazansın? Kendisi iki seçeneğe de uygun form, kondisyon ve yaştadır. Bunları konuşabiliriz Arda hakkında.

Arda’nın bireysel rekabeti (Messi-Ronaldo örneğinde olduğu gibi) bana kalırsa Almanya’nın genç yıldızı Jamal iledir. Jamal maç esnasında defalarca hata yapmayı kafaya takmayan ve yine de ısrar ile sonuca giden bir yapıya sahip. Arda ise sıfır hata istiyor. Peki Milli Takımımız’a sponsor olan, Milli Takım’ın arkasında duranlar dikkatinizi çekiyor mu? Mercedes ve Turkish Airlines ve Nike ve dahası… Artık denecek bir şey var mı? Hepsi mecrasında en iyiler. En üstünler yani. Sponsorluk konusuna yer yeterse ileride bir daha bakalım derim ben.

Kimilerine bu durum tesadüfî gelebilir ve fakat Dünya’nın en ileri ve en kuvvetli ülkelerinin Milli Futbol Takımları daima güçlüdür. Almanya, Brezilya, Fransa, İtalya, İspanya, İngiltere, Arjantin, Hollanda ve dahası futbolda lokomotif rol üstlenirler. Çünkü evet; milli gücün göstergelerinden biri futbolda başarıdır. Dünya’nın en sevilen spor dalı.

Futbola en büyük yatırımı yapan ülke İspanya’dır diye düşünüyorum. Kulüpler bazında İspanya kadar çok sayıda uluslararası kupa kaldırmış bir ülke yok. İspanya’nın başarısı tabii sadece İspanya’yı değil, neredeyse Latin Amerika’nın tümü ve Meksika’yı da kapsıyor. Kim ne derse desin; Şili sıradan vatandaşı İspanya’nın başarısına mutlu oluyor. Yani İspanya’nın başarısı yaklaşık 1 milyar insanı mutlu ediyor.

Bunlar pek konuşulmayan gerçekler.

Şöyle bir durum vardı: turnuvadan sporcu almak. Yani Şampiyonlar Ligi’ndeki gol kralını sezon ortasında transfer döneminde takımımıza katmak. Bunu yapabiliyor muyuz? Rakibimizin sporcusunu transfer edebiliyor muyuz? Çünkü kulüp gücü bu şekilde kendini netçe hissettirir. Beşiktaş’ta bu kırılmanın etkisini açıkça yaşadık: Beşiktaş Şampiyonlar Ligi’nde son 16’ya kalmıştı. Cenk Tosun turnuvanın en golcü futbolcusu idi. Bu şekilde sezon ortasına girildi. Ve Cenk Tosun bu arada o esnada Şampiyonlar Ligi’nde bile bulunmayan Everton kulübüne satıldı. O zamanlar “reddedilemeyecek” bir teklif idi. Sanırım 18 milyon $ tutarında bir transferdi. Real Madrid, Barcelona, Bayern Münih, Paris Saint Germain, Manchester United, Juventus, AC Milan, Inter Milan ve daha nice kulüp her yıl Şampiyonlar Ligi’nde Çeyrek Final görebilmek için milyarlarca $ akıtıyorlar. Bu ne 18 milyonmuş arkadaş. Takım hızını almış, Şampiyonlar Ligi’nde finallere yürüyoruz ve aniden en önde gelen sporcumuz satılıyor. O günden sonra futbolcular bazında Beşiktaş’a olan güven azalmıştır. Yani futbolun bağımsız yargısı Beşiktaş’a “başarıyı hazmedemeyen” damgasını vurdu. Sen Dünya’nın en önde gelen kulüpler turnuvasında finallerden bir maç uzaktayken takımın en etken gücünü satıyorsan demek ki sen ucuzsun, ufuksuzsun, ufaksın. Bu kırılmadan sonra Beşiktaş toparlanamadı. Bu sarsıntıyı atlatabilmek için Beşiktaş ertesi sezon ne yaptı ne etti ve yine Milli Lig’in şampiyonu olmayı başardı. Beşiktaş bu zafere isminin cüssesinden ve biraz da şanstan ötürü ulaşıyordu.

Bugün Beşiktaş bir sıkıntı yumağı olmuş vaziyettedir. Öncelikle bazı konularda aklımızı toparlamalıyız. Beşiktaş Başkanlığı’na aday olan yöneticilerden biri diyor ki; “Beşiktaş’ın 100 milyon Euro borcu var!” Bunu canavarca büyük bir paradan bahsedermişçesine yapıyor. Bu hatadır. Beşiktaş’ın kadrosunda sadece 5 sporcunun bonservisi 100 milyon Euro’dan fazladır. Bu kulübün arazileri var. Ultra lüks tesisleri var. Sayısız branşta sporcusu var. 100 milyon Euro Beşiktaş için gündem yapılacak bir tutar değildir. Adayların biraz daha çeki düzenli hale gelmesi ve Beşiktaş ne demektir anlaması gerekir. Beşiktaş ilçesi tek başına Lyon (Fransa) şehrinden büyüktür. Beşiktaş ilçesi Köln şehrinden büyüktür. Beşiktaş’ın ulusal ve uluslararası sahada milyonlarca destekçisi vardır. 100 milyon Euro borcu BJK için risk çıtası olarak belirleyenler 5 milyon Euro’luk transferi zor yapar.

Beşiktaş’ta tribünler “Yönetim istifa!” diye bağırmadan evvel yönetim kadrosu istifayı bastı. Sanki kaçar gibi… Ne yaptılar ki niye vın diye fıyıyorlar? Yahu daha taraftar istifa talep etmemiş. Bu sanırım bir ilkti. Yıllar evvel işler kötü gittiğinde bir ay içinde iki iç saha maçta yönetimi istifaya çağırırdık da o zaman istifa ederlerdi.

Şimdi Beşiktaş’ın yapması gereken Mourinho seviyesinde bir teknik adamı İstanbul’a kazandırmaktır. Inzaghi, Zidane ya da Ancelotti’yi getirmeye çalışabilmeliyiz. Ancelotti’yi Real Madrid’den ayırmak Arda’nın da işine gelebilirdi. Ve fakat bu adamlar Mourinho’yu karşılarına alabilirler mi? Mourinho bu, adamı kepaze eder. Kişisel kariyeri bu yönde.

Beşiktaş’ın şu an ki durumu; Anarşi! Açıkçası Beşiktaş’ı tedirgin edecek bir durum değil bu.

Beşiktaş’tan bahsetmemin sebebi şu; A Milli Takım ile oldukça benzer kaderlere sahip takımlar çünkü. Lütfen bakınız; Beşiktaş’taki Bronckhorst marka niteliğinde bir adam. Büyük bir futbol zekası. Beşiktaş Avrupa Ligi’nde ağır eleştiriler altındayken aynı Avrupa Ligi’nde Roma ile eşit puana sahipti. Ancak bu esnada iki facia oldu: 1-Göztepe’den Dolmabahçe’de 4 yemek! Ulla ulla Niyazi, biz Barselona’dan bile 4 yimedik ki! Göztepe ha? Dört ha? Hööösst!

2- Sarsıldık derken aynı hafta şu anda Dünya’da birazcık insani duygulara sahip her Ademoğlu’nun tiksinerek baktığı başkent olan Tel Aviv’in takımına karşı alınan 0-3’lük mağlubiyet. Bu maç sadece sportif değildi. Bu açık. Bu maç insanlık ile canilik arasındaydı. Ve caniler/cellatlar fark attı.

Sadece bu 2 maç Bronckhorst’u bitirdi.

Peki ya A Milliler? Beşiktaş’ın eski santraforu, eski Alman Milli Takımı forveti; Stefan Kuntz Türk A Milli Takımı’nın başında dördü özel olmak üzere 20 maça çıktı. Karnesi 12 galibiyet, 5 mağlubiyet, 3 beraberlik: rezil bir istatistik değil. Kaybettiğinin iki katını kazanmış sonuçta. Ancak Kuntz’u takıma yetersiz gösteren önce Lüksemburg ile berabere kalınması ve hemen ardından Faroe Adaları’na yenilinmesi idi. Bu maçlar Kuntz’un fişinin çekilmesi kararının oluşmasını sağladı. Kolay değil; Dünya’nın en zayıf ekiplerine yeniliyorduk. Bundan birkaç hafta sonra Türkiye’de misafir ettiğimiz Ermenistan’la alınan beraberlik Kuntz’un toplam başarı grafiğini hepimize unutturdu. Bunun üzerine yol verildi Kuntz’a.

Demek ki neymiş? Kritik maçı kaybetmeyeceksin aga! Rezillik çıkarmayacaksın!

Parçası olduğumuz Avrupa Futbolu hakkında sanırım taraflı tarafsız herkes şu tespiti doğru bulacaktır: UEFA bünyesinde ki kulüplerin dev bir çoğunluğunda zenci* bir yönetici ya da teknik direktör bulunmamaktadır. Sahada ter döken en etkili futbolcuların çoğu Afrika kökenli olmasına rağmen nedense yönetimsel aşamada bu insanların açık bir biçimde önü kesiliyor. Durum dikkat çekecek ölçüde. Resmen ırkçılık yani.

Alın size kısa bir futbol hatırat senaryosu: Kendi evimizde 1-3 gerideyiz. Deplasmanda 1-0 galip olduğumuz için şu an bize 2 gol gerekiyor ve dakika 91. O zamanlar hakemler maçın sonuna eklenen süreyi açıklayıp, öncesinden ilan etmiyor. Hakemin keyfine göre; “Bitti” dediği anda bitiyordu. Biz bu durumda çıkış hengamesine yakalanmamak için erkenden stadı terk eder olduk. Tam stattan asfalta ayağımız bastı; stat inledi “Gol!” diye… Hem sevindik, hem üzüldük. Yani gol atmamıza sevindik ve ancak golü göremememize üzüldük. “Zaten 1 gol daha lazım” deyip 20 adım attık ki bir gümbürtü daha “Goaal!”. Stattan yaklaşık 40 metre uzaktaydık ve yer zangırdıyordu. Peki biz niye çıktık stattan? İyi mi oldu şimdi?

Senaryo böyle… Mutlu son mu, mutsuz son mu siz seçiniz.                                                                          

Futbolda güvenlik: tribünler önüne hendek uygulaması yerinde olabilir. Hem seyir zevkini demir parmaklıklar ya da ağ gibi bozmaz.

“Peki o zaman sporcular taraftarlarla nasıl kucaklaşacak?”

“Tamam o zaman. Haklısınız. Hüseyin! Rıfkı! İptal iptal! Kazmayın iptal oldu olay!”

İnsanın futboldan bahis açınca durası gelmiyor tabii. Haftalık yazı olduğu için sabrınıza güvenmekten başka seçeneğim yok.

Sponsor muhabbetine hafiften dalmıştık. Şimdi biraz da dibe doğru yollanalım. Sponsorlar sportif başarıyı motive etmeliler. Sadece nakdi destek ile sponsorluk sorumluluğunun bitmeyeceği kanısındayım. Sponsor Galatasaray’a sponsor olurken “Şampiyonlar Ligi’nde Çeyrek Final görürseniz artı 50 milyon €” demelidir. Bu tabii mevzuat hakkında bir konu.

Ayrıca futbolcuların kulüp ile sözleşmelerinde “Başarı Kriteri Maddesi” olması gerekmez mi? Örneğin kaleci 20 maçta 40 gol yemiş. Bu durumda biz bu adama tazminatsız, ödemesiz yol veremiyor muyuz? Başarısızlık Kriteri her futbolcuya göre değişebilir ve bu yapıda sözleşmeler düzenlenebilir. Bu “Paramı alırım, ensemi yaparım” algısına engel olur.

8 kulübümüzün uluslararası transfer yasağı bulunan “Süper” Ligimiz’in yanında son günlerde Türk spor kültürünün önemli bir parçası olan Karşıyaka’da yaşanmakta olan kaosu şaşkınlık içerisinde takip etmeye çalışıyoruz. Anladığımız kadarıyla kimse kulübü yönetmek istemiyor. E zaten devir kayyum devri. Tayin etsinler bir kayyum.  Ayrıca o “kayyum” diye yazılmaz; “Kayyım” diye yazılır. Anlamı ise cami hademesi demektir. Vakte göre uygunsuz konunun mevzu bahsinden evvel en üstün ligimizde 16 yıl boyunca mücadele etmiş bir kulüp olan Karşıyaka’nın ahvalini düşünmeliyiz. Daha pek çok branşta sporcular yetiştiren bu güzide kulübün yara alması Türkiye’nin zararınadır.

Ayrıca Türk Futbolu deyince uluslararası saygınlığa ulaşmış elit mertebeli hakemimiz Cüneyt Çakır’dan sonra Halil Umut Meler bu bayrağı devraldı. Hakem demek ne demek hepimiz biliyoruz. Yıllarca uluslararası sahada hakemlerce mağdur edilmiş olduğumuz gerçekliğinin yanında Dünya’nın güvenini kazanmış bir hakemimizin olmasının öneminin idrakinde olmamız gerekmektedir. Onun canını yakanın canlarını yakmak gerekir.  Onun kılına dokunan Türkiye’yi sabote etmiş demektir.

Söz! Uzun süre futboldan bahsetmeyeceğim.

Sportif günler, taze ve serin ve derin nefesler dilerim.

Domaniçspor, Hayme Ana Spor, Sarıot Spor, Çamlıca Spor, Çukurca Belediyespor… Başarı kimliğimiz, doğruluk mücadelemiz olmaya devam etsin. Bu nadide kulüplerimiz kadın takımları oluşturmayı da düşünürler mi diye sormadan edemiyorum.

Daha da fazla vaktinizi almadan saygılar ediyorum.

*Türkçe’deki zenci kelimesinin karşılığı Batı dillerinde bulunmamaktadır. Zenci kelimesi hiçbir aşağılayıcı anlam ifade etmez. Kavruk demek gibi bir durumdur. Türkçe’de Afrikalılar’ı aşağılayan kelime vardır. O kelime “marsık”tır. Hiç duymadığınızı biliyorum. Çünkü biz Türkler bu kelimeyi kullanmayız. Irkçılık inancımıza zıt çünkü.

Not: 2025 yılının ilçemize, ilimize, diyarımıza, memleketimize ve vatanımıza, Alem-i İslam’a ve Arz-ı endama huzur, sağlık, bereket, güvenlik, mutluluk, beraberlik getirmesini temenni ediyorum.

Dünyaca Noel Baba olarak tanınan Aziz Nikolas’ın doğum yeri olan Anadolu’nun Yeni Yıl denilince akla ilk gelen coğrafya olduğunu unutmamak gerekir.

Anadolu’ya sahiplenmek Anadolu’nun tüm tarihini sahiplenmek ile olur. Bunu unutmamak gerek. Anadolumuz’un geçmişinin işimize gelen yanını tutup farklı yanlarını dışlarsak toprağın hafızasını ötelemiş oluruz.

Yeni Yıl tüm Dünya’nın aynı anda kutladığı yegane vakittir. Peygamberlerimiz’den Hz. İsa’nın doğum günü olarak tayin olunan Yılbaşı’nı neşe ve keyif içerisinde karşılamanızı dilerim.