Hangi ülkedir aklınızdaki? Japonya? ABD? İsviçre? Yahu neden biz değil?! Neden Türkiye değil? Neden neden?
Binlerce yıl evvel mayalamayı bulduk. Atı ehlileştirdik. Metali erittik. Peki yüzyıllardır ne yapıyoruz? Dünya’ya son 200 yılda “Allah Türkler’den razı olsun. Şunu icat ederek ne iyi ettiler.” diyebileceği hiçbir şey ikram ettik mi?
Adam gitti arabayı keşfetti! Ampulü icat etti! Telefon, televizyon yaptı! Durmadılar! Durmuyorlar! Matbaayı buldu adamlar!
Yanlış anlaşılmasın; biz Türkler aslında teknolojistiz. Türklük ile gurur duyan her birimiz için bilimsel ilerleme yüksek önem taşımaktadır.
Teknoloji kelimesi direkt olarak geleceği çağrıştırıyor. Teknoloji deyince yarınlar aklımıza geliyor. Soru “Gelecek bize ne getirecek?” değil. Soru aslında “Gelecek bizden ne alacak?”. Geleceğe ne taşıyacağız? Geleceğe bizi ne götürecek?
İstanbul’da İcadiye diye semt var. Ve ancak kimse bunun icat ile ilgili olduğunu bile anlayamıyor. Gericileri, dünü yarın ile bağlayamayanları çerçevenin dışına itelim artık ve bakalım Türk’ün aklında neler var…
Bizim iyi yaptığımız işlerden biri modifikasyondur. Yani geliştirme. Var olan teknolojileri güncelleyip daha verimli hale getirmeyi çok iyi yapıyoruz. ABD F16 uçağını yapıp bize sattıktan sonra F16 hakkında bilmediği bir ton şey öğrenmiştir bizlerden. Bu sadece bir örnek.
Gelişmiş ses sistemleri. Bunu yapmaya en yatkın kültür bizleriz. Niye mi? Dünya’nın akustik açıdan en mucizevi mimari yapıları bizim ülkemizdedir: Ayasofya, Süleymaniye, Selimiye, Sultanahmet… Size şu kadarını söyleyeyim; Ayasofya’da Kraliçe için ayrılmış özel bir bölme var. Bugün hepimiz buraya gidebiliyoruz. Ve ancak binlerce yıl evvel İmparator dahil hiç kimse buraya adımını dahi atamıyordu. Ben burada dikilirken şunu fark ettim: Yaklaşık 150 metre uzağımda ve alt katta yer alan Taç giyme noktasında durup normal bir ses tonuyla konuşan insanların neler dediklerini sanki yanı başımdalarmış gibi rahat bir biçimde duyabiliyordum. Sonra anladım ki Ayasofya’yı çevreleyen kubbe, yarım kubbeler ve çeyrek kubbeler ses dalgalarını müthiş bir simetri ile yansıtıp birbirleriyle kesiştirerek ve çarptırarak; yapıyı noktasal ses taşıma kabiliyetine kavuşturuyor. Dünya tarihinin en büyük mimarı Rahmetli Koca Sinan’ın eserlerinde yine buna benzer bir yapısal yetenek vardır.
Peki bunları niye konu ediyorum? Hanımlar, efendiler; Mucizevi akustik yapıya sahip muhteşem camilerimizde bunlara yakışan ses sistemlerini imal ediyor muyuz? Sinema salonlarında var olan Dolby Ses Sistemleri diye bir şey var. Adamlar mekanı etüt ediyor ve mekana özel bir ses donanımı oluşturuyorlar. İnci gibi caminin içine giriyorum. İmam efendiye soruyorum; “Hocam, bu camide nasıl bir ses sistemi var?” Adamcağız açıklıyor: “Şuraya bir hoparlör koyduk. Şurada da bir tane hoparlör var…” Yahu bize yakışan bu mu? Sultanahmet Camisi’nin hak ettiği ses donanımını yaptık mı? Yapmış mıyız? Bu işi de mi yurt dışına ihale edeceğiz? Sultanahmet Camisi diyorsun… O’nun hak ettiği ses sistemini yapmakla mükellef değil miyiz? Tüm Dünya’nın imrenerek baktığı ibadethaneye niye layığını yapmıyoruz? “Oraya bir hoparlör, şuraya bir hoparlör…” Oluyor mu böyle yani?
İyi yaptığımız işlere odaklanalım: Örneğin lastik. Evet evet; bildiğiniz tekerlek lastiği. Dev Jumbo jetlere ve her tür amaçlı taşıtlara uygun lastik üreten bir ülkeyiz. Sadece lastik üreten değil, lastik tasarlayan bir ülkeyiz. Bu kesin ve net. Pekala aklımızdaki nedir? Yeni ne yapacağız? Herkes hazır olsun! Türk semi-biyolojik lastik üretmeyi düşünüyor. Yani yarı-biyolojik lastikler. Yanlış okumadınız: canlı lastiklerden bahsediyoruz burada!
Nasıl mı?
Laboratuvar ortamında yapay deri üretebiliyoruz artık. Tıbbi bir seviye bu. Lastiğin dışını çevreleyen çeperin yarı böcek (Salyangoz! İnanması zor!), yarı yılan, yarı yunus hücrelerinden oluşan ve olan bitene tepki ile refleks verebilen bir deri ile kaplamasını yapacağız. Sıcağa, soğuğa tepki veriyor. Patlamıyor. Ara sıra sulamamız gerekiyor sadece. Kımıl kımıl; sanki lastiğin üzerinde minik kurtçuklar var!
Ancak bir sorun var: diğer dev lastik üretici ülkeler bunu istemiyor. Dedim ya; patlamıyor, sıcağa-soğuğa anlık tepki verebiliyor. Yani lastik daha zor yıpranıyor ve bu münasebetle 2 senede bir lastik almak gerekmiyor. İstemiyorlar bunu. Hatta engel oluyorlar. Konu 1-2 milyon değil, 200 milyar Dolar’lık bir konu. Yani lütfen duanızı esirgemeyin de bunu anlatıyorum diye üşüşmesinler tepemize. Hayatlar kurtulacak. Bu canlı lastikler maksimum güvenlik seviyesine çıkmamıza neden olacak. Köşeden dönerken bizim körümüzde kalan yerde bir çocuğun koşmakta olduğunu hissedecek lastik. Elektroniğin desteğiyle, biyolojik-organik bir lastik.
Aziz Türk Milleti bilgisayar konusunda canavardır. En kırılmazı kırarız, en hızlısına dur çekeriz, sizi arayanı sizin telefonunuz çalmadan evvel biliriz. Şaka değil; bilgisayar bizim işimiz. Doğubank ve Yazıcıoğlu bu sektörün kalbinin attığı yerlerdir. Yurtdışından subaylar gelip sivil vaziyette buraları dolaşır ve neler yapılmakta olduğunu rapor eder.
10 parçaya ayrılmış CD’yi tamir eden ustaların mekanıdır bu bahsettiğim yerler.
Sadece teknik ekipman ve araç gereç değil, dijital ortamda (yani internette) gençler zevk olsun diye farklı ülke savunma bakanlıkları web sitelerini kilitliyorlar. Böyle bir kabiliyet var yani memlekette.
Pekala gelecekten ne haber?
Akıllı telefonlar için Tarayıcı&Arayıcı aplikasyon üretmek üzereyiz. Olay şu; telefonunuzun kamerasını açıyorsunuz. Ne arıyorsanız onu söylüyorsunuz; “Tornavida”. Türk zaten anladı olayın ne olduğunu ama ben yine de paragrafı tamamlayayım. Etrafınızda bir tur dönüyorsunuz. Ve telefondaki aplikasyon aradığınız tornavidanın ve diğer tornavidaların yerini 5 saniye içinde gösteriyor. Merak etmeyelim, görünmeyen yerlere sonar çarptırıp anlıyor aplikasyonumuz.
Gelecek ile ilgileniyoruz. Onu sadece beklemiyor, ona doğru yol alıyoruz. Bu sebeple şimdinin gerçeklerini görmezden gelemiyoruz. “Yeni” Türkiye’de yeni bir adım atıldı: demiryolu hamlesi. YHT (Yüksek Hızlı Tren) yapıldı. Yüksek Hızlı Tren. Saatte 140 km yapıyor.
Peki Dünya’da neye Yüksek Hızlı Tren dendiğini bilmiyor muyuz? Fransa’da YHT saatte 320 km yapıyor. Japonya’da YHT saatte 350 km yapıyor. Yarısı bile değiliz.
Ahali; birbirimizi kandırmayalım. Kendimizi yapmışız havasına bürüyüp hakikaten yapmak isteyenlerimize, doğru yapmak isteyenlerimize engel olmalıyım. Çekilin artık, bırakın kandırmayı. Sadece trenin ucunu sivriltmekle hızlı olunmuyor maalesef. Hele yüksek hızlı hiç olunmuyor.
İtiraf şu; “Biz saatte 400 km yapan tren de yaparız. Ve fakat kim kullanacak? Vatandaş direkt şöyle diyecek; ‘Kesin kaza yapar bu! 400 km neymiş! Mermi mi bu be? Mermi de mi seyahat edeceğim?’… Ve böylece trenlerimiz kullanılmaz bile.”
Ne kadar hazin bir durum değil mi? Yakında kendi yaptığımız kebaba da güvenemeyeceğiz Allah muhafaza.
Denizcilik’te önde gelen devlet yapılanmalarımız olan Menteşe ve Karasi Beylikleri’nin ahşap ihtiyacını karşılayan diyar bizim memleketimizdir. Zaten Osmanoğulları’nın gücüne güç katan ve Rumeli’ye geçişine olanak sağlayan işte bu Menteşe ve Karasioğulları ile yapılan ticaret sonucu gelişen muhabbettir. Bunun yanında Aydınoğulları ve Saruhanoğulları ile aynı yakınlık cereyan etmemiştir.
Peki tamam; şunun ne olduğunu tahmin edebiliyor musunuz peki?
Tetris Uçak Gemileri… Olmadı mı? Anlaşılmadı mı?
Şöyle deneyelim: Yap-boz Uçak Gemileri. Bu sefer sanırım anlayanlarımız var. Donanma için 5 tane uçak gemisi üretiyoruz. Bunlar birbirleriyle uyumlu. Açık denizde birbirlerine kenetlenmek usulü ile ağır bombardıman ve yolcu uçaklarının iniş kalkışına uygun uzunlukta pist oluşturuyorlar. Ağzı açık okuyan ve kendini Bond sanan Kanadalı arkadaşım; Geçmiş olsun. Turgut Reis, Barbaros’u her millet yetiştirir mi sandın?
“Jetler insan atıyor!”
Jetler bomba atıyor olmasın o?
“Hayır. İnsan atıyorlar!”
Nasıl?
“Bildiğin ağır bomba gibi bir kapsülün içine girmişler. İçeride yaşamda kalma ünitesi ve envai çeşit silah var. Her kapsüle bir kişi sığıyor. Belirlenen hedeflere jetler götürüyor.”
Niye adam gibi paraşütle atlamıyorlar peki?
“Bu ani harekât için. Beşyüz jet ile düşmanın ülkesinin 500 km içine 6 dakikada 2.000 piyade indirebiliyoruz.”
E peki bu kapsüller içindekine zarar vermeden nasıl iniyor yere?
“Paraşütle”
E ulan paraşütle inecekse kapsüle mapsüle ne gerek! Direkt paraşütle niye dalmasın hemşerim!?
“Çünkü kapsül ilk 1000 fit’i yüksek hızla alacak. Ani indirme yalnızca o coğrafyaya intikalden ibaret değil. Gökten yere daha hızlı inmek için bu kapsüller ayrıca.”
Açık, pürüzsüz bir havada Domaniç’in gece karanlığında, ormanda bir açıklık yakalayıp göğe baktığımızda Dünya’da başka hiçbir yerden görülemeyecek açılar yakalarız. Gök bilimi hakkında şöyle bir durum var: Biz Dünya’dan uzaya bakan her teleskop aynı şeyi görür diye yanıltılıyoruz. Evet teleskopların çoğu tabii ki Dünya’da olduğu için benzer görüntüyü elde eder ve ancak pusula mantığını hatırlarsanız bir adım sağa geçmenin 1.000 km uzaklıkta ki bir hedeften yaklaşık 70 metre sapma oluşturacağını bilirsiniz. Durağanken yapılan santimetrelik değişimler binlerce kilometreye vurulunca muazzam farklılıklar ortaya çıkarır. İşte teleskoplarda ki mantıkta budur. Siz sağımda, ben solunuzda olsam… omuz omuza olsak ve aynı yıldıza baksak belki siz o yıldızın arkasındaki başka bir yıldızı görme imkanına kavuşurken ben göremeyebilirim. Bunun nedeni o yıldızın milyarlarca km uzakta olmasıdır. Bakan gözlerimiz arasındaki yarım metrelik farklılık bu muazzam menzilde görüntü çeşitliliği ortaya çıkarır.
Biz Domaniç olarak fezaya göreceli olarak yakın olduğumuz için astronomiye ilgi duyarız. Artık astronomi sadece teleskoptan ibaret değil. Artık Evren’i gözlemek için farklı bir teknolojinin arifesindeyiz: Mikroskobik Teleskoplar. Bunlar sayesinde Ay’a baktığımızda Ay’ın yüzeyindeki bir kum tanesini rahatlıkla inceleyebiliyoruz. Mars’a baktığımızda yerdeki hücreyi görebiliyoruz. Bu sayede astronomik keşifler artık mikroskobik oluyor. Yeni yeni canlılar, yaşam formları keşfedebiliyoruz bu sayede. Hem de Dünya’dan bakarak!
Canlıların en güzel özelliklerinden biri uykudur. Yani kendini kapatma kabiliyeti. Bu aslında gerçekten bir mucizedir. Düzen oluşturma yeteneğine sahip pek çok canlı bunu yapamaz. Bizi Evrensel anlamda ve Âlem’de özel kılan en önemli özelliklerimizdendir uyku.
Uyku ile ilgili her gün, her saat o kadar çok akademik deney yapılıyor ki yetişmek gerçekten zor. İnanın bu konu hakkında okumaya başlasanız, bir saat sonra okuduğunuz metne 5 saatlik okuma daha eklenir. Bu böyle bir mevzu. Okumakla yetişilemeyebilinir. Bu çapta bir konulu doküman takibini yalnızca ve sadece dijital zeka yapabilir. Ya da dilerseniz; takım çalışması. Buna adanmış bir kurum. Bir teşkilat. Ve ancak konu özel, tamam. Fakat konu sadece uyku. Binlerce kişilik bir kurum bütçesi oluşturulabilecek bir konu mudur bu?
Ancak şunu bilelim ki uyku uyanıkken çözemediğimiz pek çok sorunu çözebilir. Biliyoruz ki uyku hakkındaki bilgiler ilgi çekici ve ilham vericidir. Örneğin odasının ışığı açıkken uyuyan bir insanı değerlendirelim. Işığı kapadığınız anda ortam aydınlıktan karanlığa geçmesine rağmen uyuyan kişi uyanır. Uygun ve uyku getirici ortam karanlık olmasına rağmen kişi bu durumda uyanır. Niye peki?
Son yıllarda dron denen aygıtlar hayatımıza girdi. Uzaktan kumandalı mini helikopterler yani. Bundan 20 yıl evvel tanesinin fiyatı 500.000 Amerikan Doları idi. Hollywood filmleri 1990’larda bunlar ile çekiliyordu. Şimdi ise tanesi 100 Amerikan Doları. Yaygınlaştı yani. Bu dronları geliştirmek ve daha verimli hale getirmek hepimizin aklından geçen bir olay. Örneğin ağır taşıyıcı dronlar üreterek yüzlerce km uzağa tonlarca yükü taşımak artık uzak bir ihtimal değil. Teknik anlamda şöyle bir durum var: Olimpiyatlar’da bayraklı atletizm koşu yarışlarında bayrak nasıl ki durmadan elden ele geçiriliyorsa, dronlar ile uzun yolculuklarda da aynı mantığı kullanmamız olasıdır. Bunun sebebi dronların pek çoğu için enerjiyi sağlayacak olan yakıtı depolamanın büyük bir külfet olmasıdır. Pilli dronlar ile tonlarca yükü kaldırıp uzaklara taşımak neredeyse imkansız bir durumdur. En azından şimdilik. Bu sebeple “paslaşan dronlar” ortaya çıkararak taşınan kargoyu cihazdan cihaza geçirerek uzun mesafeleri kat edebiliriz. Basit ifade ile; örneğin BMC Kamyon dron üretmeye başladığında ticari anlamda yeni bir çağa girebiliriz.
Ayrıca şu anda halihazırda metropollerimizin dron park sahalarına ihtiyaç duyduğu açıktır. Otopark gibi. Artık gün içinde İstanbul’u oturduğu yerden dron ile gezenler var.
“Binlerce dron gökyüzünde kaos yapmayacak mı?”
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını unuttunuz mu? Binlerce dronun aynı senkronla gökyüzüne kağıda zor çizilebilecek resimler çizdiklerini hatırlayınız. Havalanan dron, merkezi kılavuz yönlendirme aplikasyonuna bağlanacaktır. Bu uygulama tüm dronların her an ve sürekli nerede olduğunu anlık tespit eder ve çakışma önleyici dümen sınırlamaları sayesinde kaza oluşmasına engel olur.
“Sağa dönemiyorum.”
‘Merkezi sistem risk blokajı koyuyordur. Sen sağa kırmaya devam et. Açılır birazdan.’
“Gökyüzünde bile hürce uçamıyoruz yaa! Biraz ilim be! Biraz fenlenin şu sevdimin yerinde ya!”
‘Yahu sen zaten evinde odanda oturuyorsun. Uçan dron sonuçta.’
“İşte o bile hür değil bunların yüzün… dur bakayım. Hah! Sağ açıldı.”
Unutmayalım; gelecek bekleyerek gelmez. Geleceği ona tutunan, ona doğru yürüyenler şekillendirir. Şimdinin tadı alabildiğine kötü. Gündem berbat. Şimdiyi idare edebilmenin yegane yolu tarih veya geleceğimize bakmak. Ufku en uzağı gören, en uzak mesafeye gidebilecek olandır. Ufku geniş olan en hazır olandır. Ufku gören gözlerin zihninde yatanlar bizi ufkun ötesine taşıyacaktır. Tekniğe uzak kalanlar sadece yerinde saymayacak ve geri kalacaktır. İlmî ilerleme sevaptır. Bize yakışan; binlerce yıldır olduğu gibi yarınlarda da var olmaktır.